Laiklik Nedir

Laiklik Nedir? Laiklik Ne Anlama Gelir?

Laiklik Nedir? Laiklik Din ve devlet işlerini birbirinden ayırarak, devlet işlerini dini prensiplerin dışında tutma. Laik kelimesi Türkçeye Fransızcadan gelmiştir. Kelimenin aslı Yunanca Laikos sıfatıdır. Yunancada, din adamı sıfatı taşımayan kişilere “laikos” denilmekteydi. Laik kimse, halktan olan, yani ruhban sınıfına mensüb olmayan kimse demekti. Laikos sözü, din kurallarına dayalı Hıristiyan cemiyetlerinde din adamları dışında kalan kimseleri anlatmak için kullanılmıştır. Nitekim Hıristiyanlıkta kilise adamlarına “clerıcı”, bunların dışında kalanlara da “laici” denilmiştir.

Laiklik Nedir?

Laiklik Nedir? Laiklik ilkesi, Hıristiyanlık dünyasında ortaya çıkmış bir kavramdır. Bu ilkenin tarihi, kral ve imparatorlar ile Papalık makamı arasında meydana gelen mücadelelerin tarihidir. Yani laiklik denildiği zaman ilk akla gelen husus, Hıristiyan aleminde geçmiş asırlarda vukü bulmuş, kilise-devlet mücadelesidir. Kilise ile devlet arasında geçen bu mücadele senelerce sürmüştür. Önceleri, Romadaki Hıristiyanlar, imparatorlara mutlak bir itaat göstermeyi kabul etmedikleri için sürekli baskıya maruz kalmışlardır.

Laiklik Nedir? ? Birinci Konstantin’in kiliseye huküki bir durum vermesi ile kilise, muhtariyet (özerklik) kazanmıştır. Kilise üzerinde imparatorların baskısı gittikçe artmış ve neticede 6. yüzyılda imparator Justinianus, hem devletin hem de kilisenin başı durumuna gelmiştir. Bu gelişmeler sonucu, Doğu Ortodoks kilisesi, devletin emrine girmek zorunda kalmıştır. Fakat Roma imparatorluğunun ikiye bölünmesi sonucu, devlet gücü zayıfladı ve kilise tekrar güçlendi.

Osmanlı devleti ise, istanbul patriğine kendi kilise mensupları üzerinde dini ve idari iktidar hakkı verdi. Babıali’nin bu tutumu Hıristiyanlık tarihinde eşi ve benzeri görülmemiş bir hadisedir. O yıllarda Rusya’da bile Ortodoks kilisesi, devletin egemenliği altında bulunuyordu. Batı dünyasında ise durum biraz daha farklıydı. Batıda merkezi bir imparatorluğun bulunmaması sebebiyle kilise güçlüydü.

Roma’da “Papalık makamı” adı verilen ve Batı dünyasınca üstünlüğü kabul edilmiş merkezi bir kilise iktidarı bulunuyordu. Barbar (Haçlı) istilaları, papalık makamının gücünü iyice arttırdı. Fakat Avrupa’da zamanla güçlü siyasi iktidarların ortaya çıkması, papalarla imparatorlar arasında uzun seneler devam edecek bir mücadeleyi başlattı. Bu mücadelenin temelinde iktidarın paylaşılması gibi çok önemli bir mesele vardı. Papanın hem dini lider, hem de siyasi iktidar sahibi olduğu iddiası, bu mücadeleyi çok şiddetlendirdi.

Krallar, kendilerinin devleti ilahi haklara dayanarak yönettiklerini iddia ediyorlar, dolayısıyla kiliseyi de, kendilerinin kontrol etme yetkilerinin bulunduğunu ileri sürüyorlardı. Papalarla krallar ve imparatorlar arasında geçen bu mücadelenin en şiddetlileri Papa YedinciGregorius ile Almanya imparatoru ikinci Heinrich; Papa Sekizinci Bonifacius ile Fransa KralıAltıncı Philippe arasındaki mücadelelerdir. Aynı mücadeleler, diğer Hıristiyan devletlerinde de görüldü. Bu mücadelelerde bazan siyasi iktidarlar, bazan da kiliseler başarı gösterdi ve söz sahibi oldu. Kilisenin bu mücadelelerde başarı göstermesinde, kendisine bağlı tarikatların büyük mülk sahibi ve dolayısıyla mali yönden güçlü olmalarının çok mühim rolü oldu.

Kilise-Siyasi İktidar Mücadelesi

Kilise-siyasi iktidar mücadelesi, 18. yüzyıla kadar devam etti. Bu yüzyılda ortaya çıkan ve geliştirilen yeni anlayış ve müesseseler “liberalizm” adını aldı. Bu anlayış sahipleri, kralların ve imparatorların ilahi haklarını reddediyorlardı. Bu görüşe göre, siyasi iktidar milletin oyuna dayanır ve ona karşı

sorumludur. Liberalizm, böylece vicdan hürriyeti denilen bir fikri ileri sürüyor ve modern demokrasinin temel prensibini belirliyordu. Vicdan hürriyeti, kişilere istediği bir dini seçme veya hiçbir dini seçmeme hakkı veriyordu. Şu halde, devletin karakterinde ve vazifesinde değişiklik getiren bu yeni anlayışa göre din, devletin siyasi hayatında önemli bir güce sahib olamaz. Bu anlayışı benimseyen bir devletin yapacağı tek şey, dini tarafsızlık olabilirdi; bu ise kilise ile siyasi iktidarın birbirinden ayrılması sonucunu doğurdu. Nitekim öyle yapıldı.

Kilise işlerini devlet işlerinden resmen ayıran ilk ülke Amerika Birleşik Devletleri olmuştur. ABD Anayasası, din hürriyetini ve kanunlar karşısında bütün dinlerin eşitliği prensibini kabul etti. Bu anayasa, devletin bir dine bağlanmasını, bir dinin yasaklanmasını ve vatandaşların siyasi ve medeni haklarını kullanırken dini sebeplerle farklı muamele görmelerini yasaklıyordu. Benzer gelişmeler Fransa’da da görülmüştür.

1789 Fransız İhtilalinden Sonra

1789 Fransız ihtilalinden sonra, kilise mallarına el kondu. Papazlar, cumhüriyete bağlılık yemini etmekle mükellef tutuldular. Ruhbanlık imtiyazı kaldırıldı. Neticede Fransa’da din ve devlet işleri, 1905’te parlamentonun kabul ettiği bir kanunla birbirinden ayrılmış oldu. Hıristiyanlık, sadece ahirete ilişkin prensipleri ihtiva ettiğinden, laiklik ilkesinin yerleşmesinde ciddi engeller çıkmadı. Kilisenin, kral ve imparatorlara karşı mücadelesi tamamiyle Papalarla şahsi nüfuz elde etmelerine dayanıyordu.

Türkiye’de Laiklik Prensibinin Gelişmesi

Türkiye’de laiklik prensibinin gelişmesi, batıdan çok daha farklı oldu. Aslında Türkler, hakim oldukları ülkelerde din ve vicdan hürriyetine tamamen saygı göstermişler; emirlerindeki tebeayı din işlerinde daima serbest bırakmışlardır. islam dini sadece iman, ibadet ve ahlakla ilgili hükümleri değil, aynı zamanda kişilerin özel muamelelerinden doğan işleri ve devlet idarecilerinin selahiyetleri ile tebeanın hak ve vazifelerini de düzenleyen hükümleri ihtiva etmektedir. Yani islamiyet, kişinin hem dini, hem de dünya işlerini düzenliyor. işte bu sebeple islam devletlerinin hepsinde olduğu gibi, Osmanlı Devleti de teokratik bir düzene sahipti. Yani din ve dünya işleri tamamiyle dini kaidelere bağlıydı. 600 yılı aşkın bir süre teokratik düzen devam etti.

Fikri temellerini batı düşünce sistemi ve kültüründen alan, birinci ve ikinci meşrutiyet döneminde yapılan çalışmalar, batı kültürüyle yetişmiş, dini bilgilerden yoksun çeşitli hükümet adamları tarafından laikliğe uzanan birer merhale olarak tatbikata sokulmasına rağmen, Osmanlı Devletinin asırlardır sürüp gelen dini temele dayalı idare şekli karşısında Türkiye laik bir düzenin kurulmasını tam olarak gerçekleştiremedi. Bu dönemlerde bazı yeni kanunlar çıkarılmışsa da, devletin asıl kanunları ve hukuk düzeni teokratikti.

Osmanlı Devleti Birinci Cihan Harbi sonunda tamamen yıkılıp siyasi hüviyeti son bulduktan sonra, batı örnek alınarak kurulan yeni Türk Devletinin idarecileri ve TBMM tarafından Cumhüriyet döneminde, 1924’ten itibaren çıkarılan bazı kanunlarla Türkiye’de laiklik ilkesinin temelleri atıldı. Bu kanunlar Hilafetin ilgası. Tevhid-i Tedrisat, Şer’iyye Vekaletinin ilgası, Tekke ve Zaviyelerin ilgası hakkındaki kanunlar ile Türk Medeni Kanunu’dur. Bu kanunların dayanağı olan hükümler, Türkiye Cumhuriyetinin Anayasalarında yer alıyordu.

1924 Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’nda

1924 Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’nda 1937’de yapılan değişiklikle, devletin laik olduğu belirtildi. Laiklik ilkesi, bu anayasada, devletin temel ilkelerinden biri olarak kabul edildi (mad. 2) ve bu ilkeyi koruyucu hükümler şerh edildi (mad. 19, 57). Benzer hükümler 1961 ve 1982 Anayasa’sında da mevcuttur (mad. 2, 24, 68). 1982 Anayasası önceki Anayasa’lardan farklı olarak değişmez hükümler arasında laiklik ilkesini de saymıştır.

Türkiye’de laiklik ilkesinin kabul edilmesiyle birlikte “Diyanet işleri Başkanlığı” kuruldu. Genel idare içinde yer alan Diyanet işleri Başkanlığı, laiklik ilkesi doğrultusunda, bütün siyasi görüş ve düşüncelerin dışında kalarak özel kanununda gösterilen görevleri yerine getirir (1982 Anayasası, mad. 136).

İlmi Terim Olarak Laik Bir Sistemde

ilmi terim olarak laik bir sistemde devlet, dini esaslara istinad edemeyeceği gibi, bunların iç işlerine “ibadet, ahkam ve erkanına” da hiçbir şekilde karışamaz. Hürriyetler içinde en önemli yeri olan din hürriyeti kabul edilmezse, demokrasinin gerçekleşmesi de güçleşir. Bu yüzden Laik-demokratik ülkelerde, devletin, fertlerin dini inançlarını koruması için anayasalarda hükümler konulmuştur. Bu hükümler; çeşitli milletlerde farklılıklar göstermektedir. Mesela; Türkiye Cumhuriyeti 1982 Anayasası’nda, herkesin, vicdan, dini inanç ve kanaat hürriyetine sahib olduğu sarahaten (açık olarak) belirtilmiştir. Bir kimsenin dini inanç ve kanaatlerinden dolayı kınanamayacağı, suçlanamayacağı da 24. maddede yazılıdır. Aynı maddede ayrıca din derslerinin ilk ve ortaokullarda mecbüri dersler arasında yer aldığı belirtilmektedir.

Türkiye Cumhuriyetinin kurucusu ve laikliğin önderi Atatürk, laiklik hakkındaki düşüncelerini, çeşitli konuşmalarında şöyle belirtmektedir: “Din bir vicdan meselesidir.

Herkes vicdanının emrine uymakta serbesttir. Biz dine saygı gösteririz. Düşünce ve tefekküre karşı değiliz. Biz, sadece din işlerini millet ve devlet işlerine karıştırmamaya çalışıyor, kaste ve fiile dayanan taassupkar hareketlerden sakınıyoruz.”

“Her fert istediğini düşünmek, istediğine inanmak, kendine mahsus siyasi bir fikre malik olmak, seçtiği bir dinin gerektirdiklerini yerine getirmek veya getirmemek hak ve hürriyetine maliktir. Kimsenin fikrine ve vicdanına hakim olunamaz. Vicdan hürriyeti mutlaktır ve taarruz edilemez. Türkiye Cumhüriyetinde herkes, Allah’a istediği gibi ibadet eder. Hiç kimseye dini fikirlerinden dolayı bir şey yapılamaz. Türkiye Cumhüriyetinin resmi dini yoktur.”

“Laiklik, yalnız din ve dünya işlerinin birbirinden ayrılması değildir. Laiklik, yurttaşların vicdan, ibadet ve din hürriyetini tekeffül eder (üstlenip korur).” “Laik hükümet tabirinden, dinsizlik manası çıkarmaya yeltenen fesatçılara fırsat vermemek lazımdır.” Laiklik Nedir?

Ayrıca kontrol et

Melikşah Hayatı

Melikşah Hayatı, Melikşah Kimdir?

Melikşah Hayatı Sultan Alp Arslan’ın oğlu türk Selçuklu Hükümdarı Melikşah, 1055 yılında İsfahan’da doğmuş, 1092 …