Kültür ve medeniyet

Kültür ve medeniyet

ilk Müslüman Türk devletlerinden olan Karahanlılarda, ülkenin doğusunu idare eden büyük hakana Arslan Han adı verilirdi. Onun hakimiyeti altında batı bölgelerini Buğra ünvanını taşıyan diğer bir han idare etmekteydi. Sonra devlet merkezinde hakanlara vekalet eden, Erkan, Sağun gibi ünvanlar alan iligler ve Tekin diye anılan şehzadeler geliyordu. Ayrıca bir danışma kurulu vardı.

Hükümdarlığı halife tarafından tasdik edilen Gazne hükümdarı Mahmud, sultan ünvanını ilk defa kullanan hükümdar olarak bilinir. Daha sonra bu ünvan bütün islam devlet başkanları tarafından kullanılmıştır. Anadolu Türkmen beyliklerinde, atabeyliklerde de sultan ünvanı kullanılmıştır. islamiyette devlet başkanı olan halife, Allah’ın elçisi olan Peygamberimize vekillik ettiği için bütün Müslümanların başıydı.

O, insanların dünya ve ahiret bütün işleri dahil islamiyetin emir ve yasaklarını yerine getirmekle mesuldü. Türk cihan hakimiyeti düşüncesi, güneşin doğduğu yerden battığı yere kadar dünyanın Türk hükümdarları tarafından idare edilmesi gerektiği esasına dayanıyordu. On birinci asır yazarlarından Kaşgarlı Mahmud şöyle demektedir “Allah, devlet güneşini Türklerin burcunda doğurmuş, göklerdeki dairelere benzeyen devletleri onun saltanatı etrafında döndürmüş, Türkleri yeryüzünün hakimi yapmıştır.”

Oğuz destanındaki ok motifi, Göktürk kitabelerinde zaptı düşünülen istikametlere önceden prenslerin tayin edilmesi, Türk kültüründeki cihan hakimiyeti ülküsünün işaretiydi. Selçuklular Dandanakan Savaşının hemen arkasından bir savaş meclisi toplamışlar ve burada fütuhat yönlerini ve vazife alacak başbuğları kararlaştırmışlardır. Malazgirt Muharebesi ve Anadolu’nun fethi de, cihan hakimiyeti ülküsünün bir sonucu idi.

Türk sultanları topluluklar arasında sosyal, kültürel, dini müsamaha bakımından herhangi bir fark kabul etmemişler, herkese eşit hak ve adalet tanımışlardır. islami Türk devletlerinde çeşitli boylara mensup, türlü diller konuşan ve ayrı dinlere mensup olanların kültürlerine dokunulmamıştır. Bu prensip, Osmanlı devrinde de devam etmiştir. Türklerin islam kültürünü tam anlamıyla benimsemeleri neticesinde, islamiyet, Türkler için başlıca dayanak haline gelmiştir. Haçlı orduları Hıristiyanlık davasıyla harekete geçerek islam ülkelerini ağır tehdit altına aldıkları zaman ve daha sonra, asırlarca süren bu batılı zihniyet karşısında Türkler için islam inanç ve hissi en büyük güç kaynağı oldu. Böylece Türklüğü yükseltmek ve islamiyeti yüceltmek düşüncesi, fütuhatı Hıristiyan dünyasına dönük Osmanlı Devletinde, en yüksek seviyeye ulaşmıştır.

Müslüman-Türk devletlerinde, kendilerine bir bölgenin idaresi verilen hanedan üyeleri, melik diye anılırdı. Bunlar, yarı müstakil bir surette hareket ederlerdi. Bulundukları bölgede asıl devlet merkezindekine benzer bir divan kuruluşuna da sahiptiler. Ayrıca vezir ve askeri kuvvetleri vardı. Halife, sultan ve kendi adlarına hutbe okuturlar, bağlı olarak para bastırırlardı. Bu melikler, merkezdeki sultan tarafından temsil edilen yüksek iktidarı tanırlardı. Siyasi temasları veya giriştikleri savaşları asıl devletin ana siyaseti çerçevesinde yürütürlerdi. Ancak melik olmak, ülkenin bir parçasını şahsi mülk haline getirmek ve onu kendi keyfine göre idare etmek değildi.

Hükümdarın vefatı veya şiddetli bir dış istila gibi hadiseler neticesi, merkezde iktidar boşluğu olunca, devlet bütünlüğü bozulmaya yüz tutar, iktidara sahip olmak için şehzadeler birbiriyle mücadeleye girişirlerdi. Bu durum, Selçuklu Devletinin daha uzun ömürlü olmasını önlemiştir. Ancak Osmanlılar, bunu göz önüne alarak hakimiyetin bölünmemesi prensibini gerçekleştirip devleti altı asırdan fazla ayakta tutabilmişlerdir. Aynı husus Göktürklerde, ilteriş Kağan ile kardeşi Kapağan Kağan’ın çocukları arasında da görülmüştür.

Büyük Selçuklu Devleti zamanında, islam medeniyeti çok yüksek bir seviyeye ulaşmıştır. Selçuklu sultanları, devleti adaletle idare etmeye büyük önem verirler ve devletin devamını bunda görürlerdi. Sultanlar, haftanın belirli günlerinde devlet ileri gelenlerini ve kumandanları kabul ederlerdi. Halkın şikayetlerini dinler, devlete karşı işlenen suçlara bakan yüksek mahkemeye başkanlık yaparlardı. Saray teşkilatı doğrudan doğruya sultanın şahsına bağlıydı ve vazifelilerin hepsi onun en güvenilir adamları arasından seçilirdi.

Türkler, devlet kurdukları zaman Ortadoğudaki kültür çevresinin en önemli unsuru şüphesiz din idi. islami emirlerden biri de bu dini yaymaktı. Aslında cihad inancı Türklerin fetih düşüncelerine de uygun düşüyordu. Bu bakımdan islamiyet uğruna mücadeleye girişen Karahanlılar, Maveraünnehr’deki eski kültür merkezleri Buhara ve Semerkant’ta yaptıkları gibi daha doğuda Balasagun ve Kaşgar’da islamiyeti yaygınlaştıran müesseseler meydana getirmişlerdi. iç Asya’nın dağlık bölgelerinden gelen Türklere Müslüman olmaları için hanlık arazisinde yer verilmişti. Karahanlı idarecileri, en çok Uygurların Müslüman olmasını hedef almışlardı. Maniheist ve Budist olan bu Türk topluluğunun islamiyete kazandırılmasını istiyorlardı.

Gaznelilerde devlet-halk birliğini sağlayan ilk unsur islamiyetti. Gazneliler, Afganlılar ve Gurlularla çetin muharebelere girişerek, onları islamiyete kazandırmaya çalışıyorlardı. Müslümanlık, Sultan Mahmud’un oğulları ve Delhi sultanları vasıtasıyla daha da yaygınlaştırılmıştı. Anadolu’nun fethinde tam bir cihad havasına girilmişti. Bizans topraklarının kurtarılması gerektiği yolundaki islam dünyasındaki mevcut umumi kanaat, Türk başbuğlarına kuvvetli bir manevi destek sağlamıştır. Böylece gelişen islamiyet ve Türklük birliği şuuru, Haçlıların bütün gayretlerini boşa çıkardı. Moğol istilasına karşı da aynı iman gücüyle karşı koyuldu.

Müslüman-Türk devletleri, Ehl-i sünnet inancına sahiptiler. islam dünyasında Türkler, esası Eshab-ı kiram düşmanlığına dayanan Rafızilik inancına düşen iranlılarla çok uğraşmışlardır. Daha ilk ortaya çıktığı andan itibaren siyasi bir nitelik almış olan Rafızilik, 11. asırda Mısır’daki Fatımi Devleti tarafından, Ehl-i sünnet islam memleketlerini karışıklığa düşürmek için, kuvvetli bir propaganda silahı olarak kullanılıyordu. Büveyhiler, Fatımilerle sıkı münasebet halindeydi. O zamanki iran’ın hemen her tarafında çeşitli isimler altında pekçok Rafızi görüş türemişti. Halbuki Türk sultanlarının vazifesi siyasi birlik yanında manevi birliği de kurup yaşatmaktı. Selçuklular devrinde bu durum, doğru bir inanç bayrağı altında toplamak şeklinde düzenlenmişti. Rafızi-Fatımi ve yine Rafızi-Büveyhi devletinin yıkıcı propagandalarından memleketi kurtarmak isteyen Sultan Alparslan, Bağdat gibi önemli merkezlerde kurduğu medreseler vasıtasıyla Ehl-i sünnet itikadının doğru olarak öğretilmesine çalıştı. Selçuklular, ayrıca yine Fatımiler tarafından desteklenen Batınilerle uğraşmak zorunda kalmışlardır.

Selçukluların bu siyaseti, Eyyubiler tarafından da takip edildi. Mısır Memluk Sultanları, Delhi Türk Sultanlığı, Türkmen beylikleri, Atabeylikler, Timurlular ve Akkoyunlular da aynı yolda yürüdüler. Fakat bu muazzam siyaset, Moğol istilasıyla ağır bir darbe yemiş, Orta Doğuyu işgal hareketine katılan Moğol idarecileri ve kitlelerin büyük çoğunluğu putperest ve kısmen Hıristiyan olduklarından, Müslümanlara hiç bir din hürriyeti tanınmamıştır. Ayrıca Moğollar, islam dünyasında, kendi hakimiyetleri uğruna din adamlarına ve halka büyük zulüm ve işkence yapmışlardır.

Müslüman-Türk devletlerinde din ve fen ilimlerinin gelişmesi için çok gayret sarf edilmişti. Gazne, Delhi kültür çevresinde tanınmış Türk alimleri yetişmişti. Türk hakimiyeti devrinde büyük-fıkıh, hadis, kelam, tefsir ve fen alimleri yetişti. On birinci asırda Hemedani, Şihristani, Begavi Harezmşahlar zamanında, Zemahşeri, Fahrüddin-i Razi Eyyubiler devrinde Amidi, ilim ve fikir hayatında büyük eserler ortaya koymuşlardır. Sonraki asırlarda Kadı Beydavi, Urmevi, Kutbeddin Şirazi, Tasavvufta Ahmed-i Yesevi, Şah-ı Nakşibend Behaeddin-i Buhari, Süleyman Ata, Ubeydullah-ı Ahrar gibi büyükler, hep Türk hakimiyeti döneminde yetişmişlerdir.

Müsbet ilimler sahasında da büyük ilerlemeler kaydedildi. Trigonometrinin kurucularından Biruni ile ibn-i Türk, matematik ilminin doğudaki başlıca temsilcileri oldular. Çeşitli ilim dallarında yüz ondan fazla eser yazan Biruni, Gazne sarayında yaşamış ve Sultan Mahmud’un Hind Seferine katılmıştı. Matematik, coğrafya, jeoloji, jeodezi, astronomi ve trigonometrik meselelere dair eserler yazan bu büyük alim, ilim tarihinin dahilerinden kabul edilmektedir.

Karahanlılar devri manzum ve Türkçe bir eser olan Kutadgu Bilig, Türk devlet düşüncesi, kanun anlayışı, hakimiyet telakkisi ve siyasi görüşleri bakımından şaheserdir. 1060 yılında Balasagunlu Yusuf Has Hacib’in, Kaşgar’da yazarak Buğra Hana sunduğu, Uygur ve islami Türk yazısı ile nüshaları bulunan bu eser, islami devrin ilk abidelerindendir.

Selçuklular devrinde eğitim ve öğretim en yüksek seviyeye ulaşmıştır. Bu dönemde sultanlar, devlet adamları, hatunlar ve tabiplerin gayretleriyle yeni müesseseler kurularak, her biri tıp fakültesi mahiyetinde Kayseri, Sivas, Konya-Divriği, Çankırı ve Kastamonu’da hastahaneler ve medreseler yapılmıştır.

Müslüman-Türk devletlerinde, büyük kısmı şaheser sayılacak derecede mimari, kitabe, hat, tezhib, süsleme, minyatür, çini, halı, kilim gibi mükemmel sanat eserleri yapılmıştır. Asya içlerinden Akdeniz’e, Oğuz bozkırlarından Hindistan ortalarına ve Mısır’a kadar uzanan geniş sahada o devrin Türk devletlerinden kalma saray, cami, mescit, imaret, han, hamam, darüşşifa, medrese, hanekah, türbe, künbet, şadırvan, çeşme, sebil, kale, sur ve mezar sandukası gibi binlerce sanat eseri günümüze kadar gelmiştir. Bunlar arasında mimari eserlerin çoğunda çini kaplı, renkli yazılı ince tezyinat yer alırdı. Türkler bu çağda sanat dünyasına önemli yenilikler getirmişlerdir.

Medrese ve medrese-cami mimarisi, çift kubbe inşaatı, silindir biçiminde bazan yivli yüksek ince minare tipi, demet sütun, sivri kemer, pencerelerin katlar halinde sıralanması, kubbe yapımında Türk üçgenleri, dikdörtgen veya beş köşeli mihraplar bunların belli başlılarındandır. Yazı, minyatür, tezhib ve süslemede büyük hamleler olmuştur. Taş işçiliği, kuyumculuk, kakmacılık, bakır işçiliği, zırh, kemer, kalkan, mineli cam yapımı, seramik, dokumacılık, halıcılıkla döküm sanatının en zarif örnekleri verilmiştir. Bunların taşınabilir olanları hala Türk ve dünya müzelerinin gözde eserleri durumundadır. Taşınamaz olanları ise, Türkün ayak bastığı her yere açıkhava müzesi manzarası verir.

Karahanlılarda halk dili ve edebi dil Türkçeydi. Gazneli ve Harezmşahlar sarayında Türkçe konuşulurdu. Delhi Türk Sultanlığında idareci tabaka ve ordu mensupları da Türkçe konuşuyordu. Selçuklularda da böyleydi, halkın ekseriyetiyle ordunun dili Türkçeydi. Bu devletlerde resmi yazışmaların Farsça ve Arapça olması veya ilmi eserlerin bu dillerde yazılması islam dünyasının ortak dili olmasından doğuyordu.

Müslüman-Türk devletlerinde Türkçenin önemini gösteren vesikalardan biri, 11. asırda Kaşgarlı Mahmud tarafından Bağdat’ta yazılan Divanü Lügat-it-Türk’tür. Müellif, bu eserini Türk olmayanların Türkçe öğrenmek ihtiyacını karşılamak üzere yazdığını kaydetmektedir. Selçuklu teşkilatında çok önemli yeri bulunan Atabeglik müessesesi, Türklerin islam dünyasına getirdiği bir yenilikti. Osmanlılarda bunlara Lala denmiştir.

Üç kıtanın ortasında ve iç denizler üzerinde kurulan Osmanlı Devleti, Türk milletinin en büyük eserini, Türk, islam ve cihan hakimiyeti tarihinin de en yüksek siyasi teşkilatını temsil eder. Osmanlı Devleti siyasi istikrarı, sosyal adaleti ve bünyesinin sağlamlığı, kavimler ve dinler arasında kurduğu ahengi Nizam-ı alem şuur ve iradesiyle çok yüksek ve ince idare sistemi, kudretli ordusu, yüksek askeri tekniği, geniş hukuki faaliyetleri ve nihayet edebiyat, sanat ve mimaride vücuda getirdiği ihtişamlı eserleriyle de tarihte müstesna mevkiini almıştır. Osmanlı devri, bu azameti, hiçbir devlete nasip olmayan, zengin yerli ve yabancı tarih kaynakları, muazzam arşivleriyle çok geniş bir şekilde tedkik imkanlarını bahşetmektedir.

Osmanlılarda eğitim ve öğretim her seviyede yapılırdı. Sibyan mektebinden üniversite mahiyetindeki darülfünun ve medreseyle medrese-i mütehassısin denilen ihtisas müesseselerine kadar geniş bir teşkilat vardı. Osmanlı eğitim sistemi, islam terbiyesi ve örfe göreydi. Öğretimde islami esaslar temel alındığından ve her Müslüman Kur’an-ı kerim okumasını bildiğinden, Osmanlıca da Kur’an-ı kerim harfleri ve ilavelerinden meydana geldiğinden, Müslümanlar arasında okuma-yazma nispeti % 100’e yakındı. Gayri müslim tebeadan dağ ve mağaralarda yaşayıp, medeniyeti kabul etmeyen mutaassıplar varsa da, Osmanlı hoşgörüsü bunlara baskı yapmaktan uzaktı. Osmanlının bütün memlekete şamil eğitim ve öğretim müesseseleri olduğu gibi, gayri müslim ve yabancıların da okulları vardı.

Eğitim ve öğretim her devirde yaygın ve mükemmel olmasına rağmen, Sultan ikinci Abdülhamid Han zamanında daha da artıp, mükemmelleşti. Memleketin her köşesine aynı şekilde ve değerde liseler yapıldı. Bunların bazısı hala açılış günlerinin tarihini taşıyan sağlam, eğitim ve öğretim seviyesi yüksek olan Türkiye’nin en meşhur liseleridir. Osmanlı eğitim ve öğretim sisteminde öğrenci-öğretmen ve veli münasebetleri mükemmel olup, hocaya hürmet gösterilirdi. Hoca da talebesine şefkatle muamele ederdi. Dinimiz talebeyi sopayla dövmeyi yasak ettiğinden, okullarda falaka ve dayak yoktu.

Osmanlılarda bütün dini, fenni, sosyal ilimler ve teknik bilgiler, kuruluşundan sonuna kadar her seviyede öğretilip, tatbik edilerek yayıldı. Osmanlı Devletinin kuruluşunda, kurucuların etrafında Türkiye Selçukluları devrinde yetişen alim ve veliler vardı. Osman Gaziden Vahideddin Hana kadar bütün Osmanlı sultanları ilme hizmet edip, alimlere hürmet göstererek onların teveccühünü kazanmışlardı. Memleketin her tarafında açılan ilim yuvaları ışık ve feyz kaynağı oldu. Osmanlılar devrinde yapılan mektep ve medreselerden, yazılan kitap ve diğer eserlerin bazılarından imkanlar ölçüsünde hala faydalanılmaktadır. Eserlerin çokluğu ve tasnif edilememesi, eldekilerin toplanamaması, bir kısmının çalınarak Avrupa’ya ve diğer ülkelere kaçırılması, bir kısmının Türkiye toprakları dışında kalması, kültür eserlerimizin Osmanlılar devrinde akıllara durgunluk verecek derecede olduğunu göstermektedir. Bütün bunlar Osmanlıların ilme ve kültüre verdikleri değeri göstermektedir. Ne yazık ki, Osmanlı Türkçesi de bu eserlere paralellik göstermekte ve kelime hazinesi hala bilinmemektedir.

Osmanlılar devrinde dini ilimlerden ilm-i tefsir, ilm-i usul-i hadis, ilm-i hadis, ilm-i usul-i kelam, ilm-i kelam, ilm-i usul-i fıkıh, ilm-i fıkıh, ilm-i ahlak da denilen ilm-i tasavvuf, ilm-i kıraat, akaid, belagat, ilm-i Kur’an, ilm-i feraiz, fenni ve sosyal ilimlerde de riyaziye (matematik), hendese (geometri), hey’et (astronomi), ilm-i nebatat (botanik), hikmet-i tabi’iyye (fizik), ilm-i kimya (kimya), ilm-i tıp, mantık, felsefe, sosyoloji, Doğu ve Batı dilleriyle edebiyatı, Slav dilleri, coğrafya, tarih, lügat dahil bütün ilimler tahsil edilirdi. Bu ilim sahalarında her devirde pekçok alim yetişip, kıymetli eserler bırakarak ilme hizmet ettiler. Lügatçiliğimiz bugün bile ikinci Sultan Abdülhamid devrini geçememiştir.

Türk-islam devletlerinde cemiyet Müslüman Türklerde sınıfsız bir toplum hayatı vardı. Köle vardı fakat, Osmanlı ülkesinden alınmazdı. Kölelik devamlı değildi. Azad edilip, hürriyete kavuşarak devlet kademesinde vazife alabilirdi. Köylü hür olup, serflik (toprağa bağlı kölelik) yoktu. Bütün dünya Müslümanlarını ilgilendiren halifelik makamı da 1516 senesinden itibaren Osmanlı padişahları eliyle Müslüman-Türklere geçti. Osmanlılar devrinde, gayri müslimlere ve Türklere verilen kendi din ve dillerinde, mabed ve okul açıp ibadetlerini yapabilme hürriyet ve hoşgörüşü günümüzün hiçbir liberal, kapitalist, komünist ve dikta rejiminin imkan tanınmadığı ölçüde serbestti.

Müslüman-Türklerde islam ahlakı hakimdi. Umumi kaideler dahil, herkes islam ahlakına ve örfe uymak mecburiyetindeydi. Vatanseverlik, vekar, büyüğe hürmet, küçüğe şefkat, vefa ve sadakat, hayırseverlik, cömertlik, merhamet ve müsamaha, tevekkül, namus, temizlik, hayvan ve bitki sevgisi, his, kıymet ve idealleri başlığı altında toplanabilen ahlak ölçülerine titizlikle riayet edilirdi. Güzel ahlak, kıymet ölçüleri sayesinde Türk toprakları emniyet ve huzur içindeydi ve kardeşlik havası hakimdi. Sultan ikinci Abdülhamid Han zamanında Osmanlı ülkesinde bulunan Edmendo da Amicis, Costantinopoli adlı eserinde

“Paşasından sokak satıcısına kadar istisnasız her Türkte vekar, ağırbaşlılık ve asillik ihtişamı vardır. Hepsi derece farkları olmasına rağmen aynı terbiyeyle yetiştirilmişlerdir. Kıyafetleri farklı olmasa, istanbul’da bir başka tabakanın olduğu belli değildir… istanbul’un Türk halkı, Avrupa’nın en nazik ve kibar cemaatidir. En ıssız sokaklarda bile bir yabancı için küçük bir hakarete uğrama tehlikesi yoktur. Namaz kılınırken bile bir Hıristiyan camiye girip, Müslüman ibadetini seyredebilir. Size bakmazlar bile, küstahça bir bakış değil, sizinle ilgilenen mütecessis bir nazar dahi göremezsiniz. Kahkaha ve kadın sesi duyamazsınız. Fuhuşla ilgili en küçük bir hadiseye şahit olmak imkan dışıdır. Sokaklarda bir yerde birikmek, yolu tıkamak, yüksek sesle konuşmak, çarşıda bir dükkanı lüzumundan fazla işgal etmek, ayıp sayılır.” demektedir.

Rum isyanının baş planlayıcısı Patrik Gregoryus, Rus Çarı Aleksandr’a yazdığı mektupta Müslüman-Türkün ahlak ve seviyesini çok güzel ifade etmektedir. Bu ibret verici mektup şöyledir

“Türkleri maddeten ezmek ve yıkmak mümkün değildir. Çünkü Türkler, Müslüman oldukları için çok sabırlı, mukavemetli insanlardır. Gayet mağrurdurlar ve izzet-i iman sahibidirler. Bu hasletleri, dinlerine bağlılıklarından, kadere rıza göstermelerinden, an’anelerinin kuvvetinden, padişahlarına, devlet adamlarına, kumandanlarına, büyüklerine olan itaat duygularından gelmektedir. Türkler zekidirler ve kendilerini müsbet yolda sevk-i idare edecek reislere sahip oldukları müddetçe de çalışkandırlar. Gayet kanaatkardırlar.

Onların bütün meziyetleri, hatta kahramanlık ve şecaat duyguları da an’anelerine olan bağlılıklarından, ahlaklarının salabetinden gelmektedir. Türklerde evvela itaat duygusunu kırmak ve manevi bağlarını parçalamak, dini sağlamlığı zayıflatmak icab eder. Bunun en kısa yolu milli gelenekleriyle maneviyatlarına uymayan harici fikirler ve hareketlere alıştırmaktır. Maneviyatları sarsıldığı gün, Türklerin kendilerinden şeklen çok kudretli kalabalık ve zahiren hakim kuvvetler önünde zafere götüren asıl kudretleri sarsılacak ve onları maddi vasıtaların üstünlüğüyle yıkmak kolay olacaktır. Bu sebeple Osmanlı Devletini tasfiye için yalnız harp meydanlarındaki zaferler kafi değildir. Hatta sadece bu yolda yürümek, Türklerin haysiyet ve vekarını tahrik edeceğinden, hakikatlerine nüfuz edebileceklerine sebep olabilir. Yapılacak şey, hissettirmeden, bünyelerindeki tahribi tamamlamaktır.”

Türkler Müslüman olduktan sonra her gittikleri yere, adalet, fazilet ve medeniyet götürmüşlerdir. Bugün medeni olduklarını söyleyen Avrupa ülkeleri medeniyeti Müslüman Türklerden öğrenmişlerdir.

Türk devletlerini ve milletini asırlar boyunca ayakta tutan, yaşatan büyük ve başlıca kuvvet imandır ve islam dininde çok kuvvetli bulunan adalet, iyilik, doğruluk ve fedakarlık kudretidir.

Türkler ve spor Büyük ve mükemmel devletler kuran Türkler, milli tarihlerini askeri zaferlerle süslemişlerdir. Sulh zamanlarında da çok iyi sporcu olmaları, muvaffakiyet sırlarından biridir. Bedeni kabiliyetlerinin üstün şekilde gelişmesi, her cins harp silahlarını kullanmaktaki maharetleri sayesinde çok zaman bire iki, bire üç nispetinde kalabalık düşmanlarına karşı parlak meydan muharebeleri kazanmışlardır.

Türklerin meşgul olduğu sporlar, daima savaşla ilgilidir. Ata binmek, cirit oynamak, güreş, okçuluk, kılıç, gürz ve matrak talimi, hışt atmak, koşu, tokmak oyunu, av gibi sporlar bunların başlıcalarıdır. Ata binmek, çok eski çağlardan beri Türkler için yaya yürümek kadar tabii bir şeydi. Türkler, adeta at sırtında doğar ve at sırtında ölürlerdi. Orta ve Ön Asya’da yetişen cüsse itibariyle biraz küçük, lakin yorgunluğa, sıcak ve soğuğa, her türlü eziyete, sıkıntıya fevkalade dayanıklı, çok sür’atli ve terbiye olunmak kabiliyeti yüksek Türk atları, sahiplerini Çin Seddi’nden Orta Avrupa’ya kadar şerefle taşımışlardır. Nitekim, bütün Türk devletlerinde seferi kuvvetin esasını süvari teşkil etmiş ve bunlar harplerin kazanılmasında büyük rol oynamışlardır. Osmanlı Devletinde de gerek Kapıkulu Süvarisinin ve gerekse Timarlı Sipahinin ehemmiyeti çok büyük olduğu gibi, vezir ve beylerbeylerin kapı halkı hemen hemen tamamen atlıydı.

Ata ve biniciliğe çok önem veren Türkler, eskiden beri at yarışları ve at üzerinde silah kullanma müsabakaları tertip ederlerdi. Cirit bunların en önemlisiydi. Cirit, bir kol boyunda, ucunda temren denilen demirden delici kısmı olan bir silah olup, kurutulmuş kayın veya şimşir ağacından yapılırdı. Harpte, süvari hücum ettiği vakit ciridi düşmana fırlatırdı. Ciridi uzun mesafeye atmakta Türkler pek hünerli olup, görenler hayrette kalırlardı.

Güreşse, Türklerin çok eski mili sporuydu. Göğüs göğüse yapılan muharebelerde güreş bilenin daima üstün çıkacağı şüphesiz olduğu için, bu spor dalı Türkler arasında çok rağbet görmüş ve gelişmiştir. Türklerin asıl milli güreşi yağsız Karakucak güreşi idi. Sonraları Rumeli’ye mahsus olan yağlı güreşlere de yer verilmiştir.

Okçuluk, Türklerin meşhur sporlarındandır. Çok eski zamanlardan beri harp sahasında kendileriyle karşılaşanlar, Türklerin ok atmadaki ustalıklarından hayranlıkla bahsetmişlerdir. Türkler kısa fakat çok kuvvetli yaylar kullanırlardı. Oku gerek piyade ve gerekse süvari olarak kullanmakta emsalleri yoktu. Sür’atle giden bir atın üzerinden hedefe isabetli ok atarlardı. Okmeydanında kurulan meşhur kemankeşler ocağı, 15 ve 16. asırda emsalsiz üstadlar yetiştirmiştir. Bu arada lodos, poyraz, gün doğusu, batı, kıble, karayel, yıldız gibi istikametlerde esen rüzgarlara göre atılan kamış ve tahta oklarla kurulan menziller, yani kırılan rekorlar erişilemeyecek kadar yüksektir.

Türkler, kılıç kullanmakta da ustaydılar. Bu şimşirbazlık denilen bir sporun, yani bugünkü eskrim sporunun doğmasına sebep olmuştur. Türk kılıçları başlıca yatağan ve pala olmak üzere iki kısımdı. Yatağan Yeniçeri silahlarından olup, meşhur kıvrık Türk kılıcıydı. Pala ise, daha ziyade bahriye askeri ve süvariler tarafından kullanılırdı. Pala düz, genişliği ucuna doğru biraz artan ve bu yüzden hafifce öne kıvrık gibi görünen bir silahtı. Türklerin gürzleri de meşhurdu. Bunlar, yekpare saplı veya zincir saplı olurlardı. Spor için ise somak veya mermer gürz kullanılırdı. Talim gürzleri iki yüz okka (256.5 kg) kadar olurdu. Bununla müsabakalardan önce çok idman yapılırdı. Gürz, sağ ve sol elde muhtelif istikametlerde muayyen kaidelerle çevrilip sallanarak, kaldırılıp indirilerek kullanılırdı.

Türklerin en dikkati çeken sporu muhakkak ki tokmaktır. Bu oyun, bugünkü futbolun babası olup, Orta Asya’da çok makbul bir spordu. Meşhur Ali Kuşçu’nun kısaltarak Türkçeye çevirdiği Tarih-i Hata ve Hoten adlı, aslı o taraflara giden bir iranlı tüccar tarfından yazılmış eserde Türklerin öküz ödünü şişirip ayak topu oynadıkları, yahut ata binerek değnekle bu topa vurmak suretiyle müsabakalar tertip ettikleri nakledilmektedir. işte meşhur tokmak oyunu budur. Tokmak aslında tabanı kösele olmayıp, üstü gibi deriden yapılmış kısa konçlu bir çeşit çizmenin adıdır. Öküz ödünden yapılan top oynanırken, ayağa bu giyildiği için adına tokmak oyunu denmiştir.

Bütün bu sporlarda muvaffak olmanın en büyük mükafatı, kazanılan nam ve şandı. Bu sporlar, Türk milletini ve bilhassa askeri kuvvetleri kuvvetli, çevik, mahir, meşakkate dayanıklı, iyi silahşör, soğukkanlı, daima muzaffer, mükemmel muharipler haline getirmiş, onlar da kendilerini her zaman zaferden zafere götüren bu hassalarını muhafaza için sulh zamanlarında da talim ve sporu terk etmemişlerdi. idmanlarını her zaman seve seve yapan Türkler bu sayede iyi bir spor terbiyesine ve bunun temin ettiği maddi ve manevi faydalara sahip olmuşlardır.

Ayrıca kontrol et

Melikşah Hayatı

Melikşah Hayatı, Melikşah Kimdir?

Melikşah Hayatı Sultan Alp Arslan’ın oğlu türk Selçuklu Hükümdarı Melikşah, 1055 yılında İsfahan’da doğmuş, 1092 …